Soru: Uzun zamandır sergi açmıyorsun?
Yanıt: Açıyorsun da ne oluyor? Çok mu çalışkan oluyorsun? Sıkıcı bir durum olmalı… Hani böyle atölyen vardır, sabah kalkıp bugün ne yapsam durumu... Piştikçe sergilemek daha keyifli. Hele öyle peşinde koşan küratörler, koleksiyonerler yoksa daha da rahatsın. Evet, Hafriyat Karaköy sivil bir mekan olduğu için, başka “bir tür” yerde olamazdı benim için, şu an için…
(Ayşegül Sönmez- Vahit Tuna )
Ayşegül Sönmez: Tabii Vahit Cube olayına girelim… Nefis başlık atmış Evrim Altuğ arkadaşımız…. Sergide pek çok isim aralarında sanatçı bir arkadaşımız da dahil sergiyi sadece kapınını önüne istiflediğin çuvallardan ibaret sandı… Bu da zaten amacındı. Sergiyi içerisi olmadan düşünenler için ne düşünüyorsun?
Vahit Tuna: Mekânla oynamak, mekanı bu anlamda sorunsal etmek hoşuma gidiyor, dilini daha düzgün gösterebiliyorsun, kendi içine alır gibi, izleyici misafir konumunda oluyor. Özellikle bu mesafeyi kurgulamak istedim. İçerisi ve dışarısı net bir şekilde ayrıldı girişteki yerleştirmeyle. Hani aynalı camlar vardır içerdekiler seni net görür, ama sen kendini görürsün o aynanın öbür tarafında, makyaj yaparsın, böyle bakışlar falan, tam da o yerde durdu çuvallar, kum yığınlarına bakarak nerede olduğunu anlamaya çalıştı insanlar bence. Üstümüze yıkılacak gibi duran bir duvar gibi. Koca bir ayak direme heykeli sanki. Zaaflarımızın, kırılganlığımızın duvarıydı sanki. Bir tarafdan da direncimizin odak noktası gibi. 50 cm. ile örülen duvarın önü ve arkası. Üstüstelik, yılgınlık ifadesi gibi bir taraftan. Alışıla geleni bozma, “çat kapı”yı kırma-dönüştürme egzersizi. Hepsinden önemlisi “bütün direncimle buradayım!” deme biçimi. “Çuvallarla Kazım Taşkent’in cephesini kaplasaymışsın keşke” diyenler oldu. Hahahha! Ama zaten orada yeterince çuval yok mu? İlla görmemiz gerekmiyor sanırım. Tabi herşeyi makulleştirme talebi gibi geldi bana bu istek, merkeze çekme isteği, bense tam da oradan, merkezkaç kuvvetiyle uzak durma meseleleriyle ilgileniyorum.
A.S: Masa’nı da oraya götürdün? Niye? Bu masa bu yıl çok gezdi… Kendi sergine de gitti. Tırnaklar çok konuşuldu masada sergilenen… Tırnaklar tıpkı sanatçı spermleri gibi sanatçının kimliğini ironik bir biçimde inşa etme durumuna mı göndermede bulunuyor? O buzdolabındaki temsili spermler güncel sanatçılara aitlerse tırnaklar kime ait?
V.T.: Masa gezsin diye üretildi, yersiz-yurtsuzluk kimyasında var. “3 tırnak, 3 kaş, 3 kirpik, 3 saç”ı Masa için ürettim, doğal bir parçası olarak onun da orada olması gerekiyordu. Sivil bir mekân içinde yine bir sivil mekan. İçindeki parçaların kime ait olduğu önemli değil. Bilinmeyince de da anonim oluyor zaten, herkesin bir ucundan ilişkileneceği bir durum haline geliyor. Atıklar gibi. Karadeniz’e bırakılan etiketsiz kimyasal bidonları gibi, bırakıldıktan sonra herkesi ilgilendirir olması durumu. Karşısındaki diğer iş “Bio Hasar”la birlikteliği ve konuşmaları önemliydi. Birbirlerinin uyaranları gibi, biri diğerinin tanımlayıcısı gibi. Masa başında calışırken kağıt üzerine dökülen saçlardan düştü aklıma bu iş. Sanki bir araya geldiler. Korku filmi gibiydi.
A.S: Bu arada mekân yaratmak konusunda da büyük bir cinlikti, masadan sergi mekanı icat etmek… Böyle bir keşfe seni iten bildik nedenlerin dışında en büyük kişisel neden neydi?
V.T.: Kalabalık grup sergilerin bende yarattığı sıkıntı galiba… Sanırım bir yapıtla küçücük bir mekanda ne yapılabilir sorusu. Ve tabii tek bir işle… Tek bir yapıta odaklanma isteği… Taşınabilir olması önemliydi, yersiz yurdsuz bir mekan. Böyle her şey çok mutena bir hale gelirken ve herkesin de bu mutenalaşmaya ağzının suları akarak baktığı bir dönemde, daha küçük bütçeli daha mütevazı duruşlar yaratma çabası diyebiliriz.
A.S: Başkan’ın Arabası işini hatırlayalım mı? Mesela bu sergi için o işin devamı diyebilir miyiz?
V.T.: Evet, iyi bir okuma diyebiliriz buna, 1996’daki Genç Etkinlik sergisinde 1 milyon liranın arkasındaki Atatürk Barajı yerine gecekondular koymuştum, daha önemli mimari yapılar olduklarını düşündüğüm için. Aynı sene “Öteki” sergisinde TV kafalı video yerleştirmesi yapmıştım. Vücudu kukla, üstü başı perişan, TV’deki surat sürekli “Düştesin uyan, düş görüyorsun, uyansana...” diyordu. Vücudu donmuş gibi kımıldamıyordu. “Başkan’ın Arabası”(1998)nda da kendini Truman’ın aracı sanan bir arabayı gösterdim, kesilip biçilmiş, eklektik bir kütleye dönüşmüş, yorgun bir dolmuşu. Dolmuşun içinde videoda halüsinatif Truman imgeleri vardı. Sürekli bakmaya çalıştığım bir melezleşme meselesi var. Bu sergide de olduğu gibi.
A.S: Bazı işlerin yorumlanmalarının sanatçının niyetiyle paralellik taşımaması üzerine ne düşünüyorsun? Mesela Selim Birsel’in “Kurşun Uykusu”nu(1995), hep sıkıyönetimde öldürülenlere gönderme olarak okumuşuzdur. Ama meğer kendi söyledi o evsizleri düşünerek yapmış… Hiç de bir anti-militarist bir söz söyleme derdi taşımadan… Ben duyduğumda hem çok şaşırdım hem de üzerinde düşünmek gerektiğini düşündüm…
V.T.: Yapıt ortaya koyulduğunda sanatçının niyeti bence artık geriye düşüyor. Çünkü yapıt ortadayken sanatçının kendisi de izleyen konumuna düşüyor, işte bu durum tasarım ve sanat arasındaki belki de en önemli ayrım ve en ama ennnn güzel yanı bu açık uçluluk durumu. Selim’in o yapıtını ben de başka bir şekilde okumuştum mesela. Ama eğer istersen evsizlerin sorununu militarizme de bağlayabilirsin. Bir tarif, kullanma kılavuzu gerekmiyor açıkcası, tarifi yapıldığında da izleyen için yeni bir anlam getirmesi de açık uçluluğun güzel tarafı. Mutlaka görmüşsündür sergilerde insanlar bir yapıta hızlıca bakıp geçerler, anlaşılmamış mıdır şimdi bu yapıt? Ben salt olarak konteksin bağlayıcılığına ya da o konteksle okunması gerektiğine inanmıyorum, bu şunun gibi belki de; müzedeki yapıtların rehberler tarafından izleyicilere anlatılma çabası ya da mezarlıklarda insanları dolaştırıp, “bu adam çok iyi bir insandı” demek gibi bir şey.
A.S: Levi’s 301 işin mesela… Niyetiyle sözü çok net, çok düz bir iş… Bu tür işler bir anlamda gündelik gazete mantığını, karikatür dergisi refleksini taşıyor ama ötesine de gidemiyor gibi geliyor bana… Bu anlamda bir çağdaş sanat nesnesiyle kültürel meta arasındaki fark ne olmalıdır?
V.T.: Aidiyet meselesi önemli burda, üzerimize giydirilmeye çalışılan meseleler. İlk 501’lerin Türkiye’ye geldiği kuşaktanım. İlk Levi’s storeların, McDonald’sların. Kılık kıyafet kanunu gibi, sanki yasayla giyilmesi gereken şeylermiş gibiydi, herkes 501 giyiyor, şimdi de herkes 301ci oldu. Ellerinde bayraklarla meydanlarda altlarında 501’lerle. Bülent Şangar’ın fotoğrafları vardı hatırlarsın, o da Levi’s reklamlarındaki mankenlerin duruşları üzerinden ironi yaratmıştı. Aynen az önce söylediğim gibi. Ara ara bir program sayesinde blogumu gezenlerin referans olarak bloga nereden yönlendiklerine bakıyorum, mesela; Ohio’dan, New York’dan, Paris’ten Google’a Levi’s 301 yazarak gelmiş, olmayan bir modeli arayarak, çok komik, ama dünyanın başka bir yerinde bununla ilgili ciddi bir mesele var, insanları katlediyorlar, aşağılıyorlar, dışarda bırakıyorlar. Ben bu işi yaptıktan 7-8 ay sonra bir bakan açıklama yaptı; “501 gibi üstümüze yapıştı bu 301” diye. Vay vay! İroninin allahı bir durum. “Başkan’ın Arabası”(1998) işinde ekonominin ve coğrafyanın melezleştirdiği bir makinanın durumu vardı, bu kotda da benim elimle, siyasetin melezleştirdiği bir olgunun. Eriyen, şekil değiştiren üstümüzden akan ve yapış yapış her yerimize bulaşan bir meselenin.
A.S: Sonuçta sen profesyonel olarak hayatını tırnak içinde reklamcı olarak kazanıyorsun. Bütün bu reklam stratejileri, görsel olarak güncel sanat pratiklerinde gördüğümüz stratejilere yakın. Bazı işler reklam mı, iş mi kaçırabiliyoruz. Ayşe Erkmen, “benim için bu tanımsızlık kıymetlidir”, diyor. İki alanda da üretim yapan biri olarak sen ne diyorsun ? Sen mesela bu anlamda tedbirli misin?
V.T.: Reklamcı değilim öncelikle, olamadım bir türlü. Hayır, hiç tedbirli değilimdir yaptıklarıma iş ya da reklam kokuyor denmesinden, neden korkayım ki? Hepsi benden çıkıyor. Hatta bu aralarda dolaşması durumu çok daha eğlenceli, ne idüğü belirsizlik durumu biraz, ‘bu heykel yok palto asacağı, yok yok tasarım objesi vesaire’, harika bir durum. Tanımsızlık bu anlamda en güzel şey belki de. Tam bir UFO durumu, tanımlayamadığımız bu nesneler bize ne kadar çok ilham veriyor düşünsene...
A.S: Sergideki buzdolabında yer alan sanatçı spermleri niye gerçek değil? Mesela Elanor Antin’in 68’ tarihli işinde Ferlinghetti’nin, Ginsberg’in gerçekten kan örnekleri vardı…
V.T.: Bu sergide ne gerçek ki spermler gerçek olsun? Önerisi var, kendisi olacak olsa sergide olmazdı, bir sperm bankasında olurdu.
A.S: Peki ama her şeyin temsili, bize sunulan bir kurgu, gerçek olmaması durumuyla bir derdin yok mu?
V.T.: Hayır, yok… Tam tersine bu durumu seviyorum. Hayat gerçek… Tekrar neden o kadar gerçeğe başvurayım? Bunu isteseydim belgeselcilikle uğraşırdım. Ya da gazeteci olurdum sanırım.
A.S: Güvenlik güçlerinin “Susma Haykır...” gibi sloganlar attığı sonra da kasklarını tokuşturduğu “Bonus” videonda da gerçeklik yanılsaması yaratan tek şey ses… Ses, tüyler ürpertiyor ama görüntü, son derece müsamere tadında… Brechtyen bir tercih mi bu?
V.T.: Evet, bu özellikle istediğim bir şey. Onlar güvenlik gücü değiller zaten, bunu hemen anlayabilirsin videoyu izlediğin zaman. Güvenlik güçlerinin kostümleri de öyle her şey kurgu… Bu işi, bir polis tatbikatını seyrettikten sonra düşünmüştüm. Tatbikat sırasında polisler ikiye ayrılıyor, biri slogan atan halk oluyor, öbürü onu denetleyecek olan…
A.S: Egzersiz’i politik bir sergi olarak tanımlayabilir misin?
V.T.: Hayır öyle bir niyetim yok. Bir gösteride anarşist bir grup polisin kendilerine “Dağılın” denmesi üzerine; “Önce siz dağılın” demişlerdi, çok matrak bir şeydi. Gerçek olduğunu düşünsene, bu karşı söz üzerine polislerin gösteri alanını terk ettiğini. Bu sergide de gülebilirsin, ama sinirin bozularak bir gülme olacaktır bence… Bir takım tabu görünen değerler var. Mesela polis, korkuyoruz ama bir taraftan başın sıkıştığında ilk aranacak kurum olarak bakılıyor. Askeri görüyoruz, korkuyoruz. İslam dini diyoruz şeriat gelecek diye korkuyoruz sonra askere sarılıyoruz. Korku sarmış içimizi ama bir taraftan da bu korkuya sığınıp destek arıyoruz. Korku cumhuriyeti olmuş burası.
A.S: Seni rahatsız eden şey neyse, o tabu, korku nesnesi, onu bir sembol olarak okuduğun zaman yine yüceltmiyor musun? Gücü temsil eden polis ya da asker imgesiyle iş yaptığın zaman bu sembolü en azından onaylamış oluyorsun. O sembolleri kırıp, kurguyu çökertmek yerine kurguyla onu alt etmeye çalışmak nafile gibi geliyor bana….
V.T.: Hiçbir imge gerçek değil ki, sadece temsili… Ne asker asker, ne de polis polis... Mesela “Bonus”da oyuncuların kalkanları ve copları yok ama gücü temsil ediyorlar sanki. Aklıma Artur’un (Zmijewski) Polonyalı gerçek askerleri çırılçıplak soyduğu videosu geldi. Talim yapar gibi yürüyorlar, üniformasız bu askerlerde, o erki, gücü göremiyorsun. Ben polisleri halk gibi kullanıyorum. Onların inandırıcılığını stüdyo çekimiyle kırıyorum. Oyunun içine sokuyorum herkesi… Mesela Amerika, Irak’ı kurtarmak, oraya demokrasi götürmek için oraya giriyor. Sonuç, her taraf için bir trajedi. Sergideki “Egzersiz” işinde, recm’den yola çıkarak yaptığım balmumundan kadın büstü var ve ona bir Amerikan futbolu kaskı takıyorum. Tam da bize gösterilen refleksi canlandırmak için. Hiçbir soruna çare aramıyorum bu işler aracılığıyla… Sorunların mantığını sergiliyorum. Sorunları, sorularla birlikte ele almak gibi düşünebilirsin.
A.S: İletişim yayınlarının “SanatHayat” dizisinden son çıkan kitap sanat siyasete Lev Kreft için yazdığı önsözde Kreft şöyle diyor: “Sanat da siyaset de taşıdıkları anlama artık işaret etmiyor. İkisi de hatırı sayılır biçimde değişti… Sanat güzel de değil özerk de değil” diyor özetle… Bana kalırsa senin sergin tam da bunu anlatıyor? Ne dersin?
V.T.: Ortak bilinçliyiz, mesela burda ya da orda olan ulusal ölçekli meselenin, yayılıp uluslararası ölçekte okunması, dönüştürülmesi ve arşivlenmesi. Hem de çok kısa bir zaman aralığında. Amerika Irak’a girdi kıyametler koptu, ne oldu bugün? Hiç. Ölenler öldü. Şimdi bu durum üzerinden nasıl gerçeklik oluşturabilirsin ki? Refleks politikaları geliştirdik; stadlarda faule verilen tepki gibi. Artık hepimiz bir tribünde oturuyoruz sanki, önümüzdeki maçlara bakıyoruz sadece. 1 Mayıs günü şöyle bir şey yapsam; Taksim meydanına tribünler koysam, insanlar/ turistler gelip; işçiler ve polis arasındaki gerilimi bu tribünlerden izleseler, çekirdek çıtlatarak, kola içerek veya dondurma yalayarak, bilet kessem bende gelenlere? Nasıl olurdu acaba. Yaşamın içinde, en basitinden TV’de gördüğümüz olaylar kadar yakınız her şeye artık; oradaki “canlı” olanı sokakta dibimizde gördüğümüzde bile evdeki durumumuzdayız sanki. Korumacı benlik durumu/kapatma, kaçma/korkaklık, reddetme ve hepsinin sonucunda bütün öfkenin ve bu sinir bozukluğunu “öteki”nin üzerinden şekillendirilmesi. Tamamen psikotik bir durum.
A.S: Günümüzde mesela olan biteni nasıl yorumluyorsun? Gerçekten özerk ve sivil olmak mı dert ve bu da imkansız mı?
V.T.: Otonom bir bakış açısıyla hareket etmek sanatçı için çok önemli tabi, ama gittikçe artan iç kalabalığımızın dışarıdaki yalnızlığı durumu da var. Hele ki duruşunuza eklenenler olmayacaksa bu gereksiz bir hâl almaya başlıyor, bundan dolayı sivil ve otonom duruşunuzu besleyecek/aktaracak birilerine ihtiyacınız var. Yan yana durma beraber insiyatif almak çok önemli. Ve bunun geleneğinin oluşturulması. Yoksa sistemli olarak ciddiye alınmama durumunuz var.
A.S: Bahsettiğin gibi bir dönemde, kendi serginde o kadar çok sorunu ele almışsın ki… Bunun da bir sınırı olmamalı mı? İçinde bulunduğumuz tüm siyasi ajandaya ilişkin yorumlar yapmanın…
V.T.: Böyle bakmıyorum. Çok sorunmuş gibi görünüyor ama aslında çok aşikâr olduğumuz, orada burada okuduğumuz, yaşadığımız ve çırpındığımız şeyler. Ve tek bir yerden geliyor hepsi. Nasıl uzak durabilirsin ki? Ayrıca çok iş arasından epeyce eleme yaptım. Yalın olsun istedim sergi, bir şekilde dokunsun istedim. Sergiye gelenlere o veya bu şekilde temas eden bir kurguyla. Ayrıca bu sergide, tasarımın ironisi de var. Her şeyin tasarıma dönüşmesi meselesi, bütün işlerin içinde neredeyse…
A.S: 1990lar annelerimizin 1960ları gibi oldu. Biraz nostalji yapalım... Karma Sergi dönemine gidelim... Küratör Vasıf Kortun…
V.T.: Vasıf’tan öncesi de var benim için. 2-3 sene kadar öncesi… Genç etkinlik var, DAGS var. DAGS her ne kadar UPSD’nin itelemesiyle kurulmuş olsa da, bugün bir sürü örneği olan gruplar için bir arketipti. Vasıf’ın kütüphanesi vardı, bir sürü yayın, o zaman nerede bulacaksın. Güzel yıllardı ama bir taraftan bu kadar yakın bir tarih olmasına rağmen mesela dijital kamera bile yoktu. Hani sergi açılışından sonra, kafan iyiyken, fotoğraf makinesinin içinde yanlışlıkla film var mı yok mu diye baksan “bittin” durumu. Dijital kamerayı bir kenara bırak doğru düzgün, süreli yayın bile yoktu, hele yabancı bir yayın almak için bir kaç özel yere gitmen ve belki de sipariş vermen gerekiyordu. Ya da sen kendi yayınını yapacaktın. Öyle de oldu. Art-ist’i çıkarttık, soluk kazandık, yeni yazarlar çıktı ve buna dahil olmak isteyen genç sanatçılar... Sonra benim için yürümedi.
A.S: “O zaman daha çok eğleniyorduk galiba....” sözlerin önemli. Sonra ne olduk? Kariyerist? Sanatçı sanatçı? Kurumsal güncel sanatçı? Orta yaşlı?
V.T.: Karma sergi dönemiyse bahsettiğin evet öyleydi. O sergide “Saçmalama”nın sonu yoktu. Serkan (Özkaya) ne kadar saçmalamıştı… Harikaydı. Adama hayran olmuştum. Bir de tabii küratöryel pratiklerin en yoğunlaştığı dönemdi. Akın akın küratör geliyordu Batı’dan… Tabii sürekli üretmen lâzım, tam bir ‘self business’ durumuna dönüştü bu eğlence birdenbire... “Vay ulus sergileri, temsil sorunları”nı kimse düşünemedi. Haldır huldur her sergiye gidildi. Sırf yurtdışı diye anlamsız küçücük kasaba-köy sergilerine bile… Önemli bir deneyimlemeydi bu durum benim için.
A.S: Şimdi 20’lerindeki genç arkadaşları, şahsen ben çok uzlaşmacı sizin 90’lı yıllardaki çıkışınıza göre süper uslu, galeri dostu filan buluyorum. Sen hala masadan galeri yapıyorsun mesela... Ama arkadaşlar galerilerle kontratlar peşindeler... Niye böyle sence?
V.T.: Ev partileri kalabalık kazandı sanki son dönem… İyi de oldu. Her ay bir sürü bir şey görür hale gelindi. Stencil kuşağı çıktı fena halde… Depresif stenciller kapladı Cihangir’in dört yanını… Niye Cihangir? Neden bu kadar depresif? Buna da bir ara bakmak lazım.
A.S: 1990lardan itibaren ayrıca yazılmaya başlanan güncel sanat tarihinin bir aktörü olarak son yirmi yılda güncel sanatta yaşanan en büyük kriz nedir sence? Bütün bu bizi üzen, edilgen hissettiren siyasi ve tabii ki toplumsal meselelere acil yorumlar getirmek. Gündemde ne varsa hadi yorumlayalım. Bence güncel sanattaki kriz bu….
V.T.: Güncel sanat’ın kendisi, varlığı en büyük kriz sanki… Nedense bir yere oturtulmaya çalışılıyor. Oturmasın ayakta kalsın ne var? Bir arada kelimeye takılınmıştı epey… ‘Contemporary’nin karşılığına denk düşmediğinden bahsediyordu kimileri; kimileri ise o “contemporary”yi dışlıyordu. Eğer ortamın sorununu sorduysan, yeteri kadar güncel sergi yapılmıyor. Birkaç galeriyle kısıtlı hala… Onlar da yeteri kadar cesaret vermiyorlar sanatçılara. Düşünebiliyor musun Yapı Kredi Kazım Taşkent sanat galerisi gibi bir yer, güncel sanat merkezi oldu. Ne kadar şahane! Hep birisi çıkacak ve yön verecek, sizi başkalaştıracak, bu bekleniyor. Parası olan günceli öttürür durumu. Bir arada durma kolektif üretme-sergileme olamıyor nedense.
English Text
Question: You haven’t had an exhibition for a long time?
Answer: What happens when you do? Does it make you very hard-working? It must be boring… As is you have a studio, you wake up and think what you will do today… It is more delightful to display as it matures. If you don’t have curators or collectors after you, you are even more comfortable. Yes, as Hafriyat Karaköy is a civil space, it couldn’t be in “any other kind of” place for me, for now…
(Ayşegül Sönmez- Vahit Tuna )
Ayşegül Sönmez: Let us talk about Vahit Cube… Evrim Altuğ’s headline is excellent… A lot of people including a fellow artist supposed that the exhibition only consisted of the sandbags that you stacked on the entrance… That was your purpose anyhow. What do you think about the people who figured the exhibition withour the inside?
Vahit Tuna: I enjoy playing with the space and in this context making a problematic of the space, thereby you can show your language more clearly, like inclosing to yourself, and the viewer is on the position of the guest. I especially wanted to construct this distance. With the installation at the entrance, the inside and the outside were separated clearly. Like paneled glasses, while the people inside see you clearly, you see yourself on the other side of the mirror, put on your makeup, look at yourself etc., those sandbags were just at that position, I believe that people tried to figure out where they were by looking at the piles of sand. Like a wall that seems to collapse on us. As if it is a huge statue of rebellion. It was like the wall of our weakness and fragility. Also like the focal point of our resistance. Besides, it’s also like an expression of being crestfallen. An exercise of ruining the prescriptive, breaking and transforming the “unexpected visits.” And most important of all, a way of saying “I am here with all my resistance.” There were people that said “You should have covered the sides of Kazım Taşkent with jug bags.” Ha hah! But aren’t there enough jug bags already? I guess we don’t have to see them for certain. Of course, this request seemed to me as a demand of rationalizing everything, a demand to bring everything to the center, however I am just interested in the issues of staying away from there, with the centrifugal force.
A.S: You brought your Table there, too. Why? This table travelled a lot this year… It also went to your own exhibition. The fingernails on the table were discussed a lot… Do the fingernails refer to the situation of the artist building their identity in an ironic way just like the artist sperms? If those representational sperms belong to contemporary artists, whose fingernails are they?
V.T.: The Table was produced to move around, it's in its nature to be roofless. I produced “3 fingernails, 3 eyebrows, 3 lashes, 3 hairs” for the Table, as a natural part of it, it also had to be there. Another civil space within a civil space. It doesn’t matter who the pieces inside belong to. When it is unknown it I anonymous anyway, it becomes a situation that everyone can relate to from one end. Like the wastes. Like the unlabelled chemical barrels left in the Black Sea, after they are left there, they are everyone’s concern. It’s its synergy and dialogue with the work facing it, “Bio Damage.” Like the stimuli of each other, one describing the other. This work flashed me from the hair that fell on the paper as I was working on my desk. It was like they got together. It was like a horror movie.
A.S: By the way it was also a great genius for creating a space, to invent an exhibition place from a table... What was the most personal reason that led you to such a great discovery besides the known reasons?
V.T.: I guess it was the disturbance that the crowded group exhibitions caused me… I guess it is the question of what could be done with a work in a tiny space. And with a single work of course… The desire to focus on a single work… It was important for it to be portable, a roofless space. In a time like this, as everything becomes gentrified and everyone feels an appetite for this gentrification, we can call it an effort to create more humble attitudes with little budgets.
A.S: Shall we remember The President's Car? For instance can we say that this exhibition is an extension of that work?
V.T.: Yes, we can say that it’s a good reading. In 1996, in the Young Activity exhibition, I had put the shanty houses instead of the Ataturk Barrage on the back side of 1 million lira, since I believe that they are more important architectural buildings. In the same year in the exhibition called "Other" I had made an installation of a video with a TV head. The face on the TV with his puppet body and shabby clothes was constantly saying, “You’re in a dream, wake up, you are dreaming, why don’t you wake up…” hi body was immobile like frozen. In “The President’s Car” (1998) I showed a car that believes that it is Truman’s vehicle, it was a tired shared taxi, cut in pieces and had become an eclectic chunk. On the video inside the taxi there were hallucinogenic images of Truman. There is this issue of hybridization that I always try to look at. Like in this exhibition.
A.S: What do you think about the conflict between the interpretations of some works and the intention of the artist? For example we have always read Selim Birsel’s “Bullet Sleep” (1995) as a reference to those who were killed during the martial law. But apparently it was about the homeless people, he told me... And without any concern of saying anything anti-militarist... When I heard this I was surprised and thought that it was something worth thinking over...
V.T.: When the work is displayed I believe that the intention of the artist falls back. Because once the work is displayed the artist also becomes a viewer, this is probably the most important difference between design and art, and being this open-ended is its best aspect. I also had read Selim's work in another way. But if you like, you can relate the homeless people’s problem to militarism. You don't need a recipe, a user's manual actually, and it is also nice aspect of being open ended that it brings a new meaning to the viewers when it is explained. You should have surely seen in exhibitions people passing by the works after a short glance, does that mean that now this work is not understood? I don’t believe in the absolute binding of the context or the necessity to read within that context, it is maybe like this; the effort of explaining the works to viewers by guides in the museums is like showing people around in cemeteries and saying, "this man was a very nice person."
A.S: For instance the Levi’s 301 work… With a clear intention and expression, a very straight work… It appears to me that these kinds of works in a way have the logic of daily newspapers, the reflex of cartoon magazine but do not go any further… In this context what should be the difference between an object of contemporary art and a cultural commodity?
V.T.: The issue of belonging is important here, the issues that are tried to be out on us. I belong to the generation of the first 501s in Turkey. The generation of first Levi's stores, first McDonald's. It was like a dress code, as if they were forced to wear by law, everyone was wearing 501s, and now everyone is talking about 301. They are in the squares carrying flags on their hands and wearing501s. You remember Bülent Şangar’s photographs, he had created an irony over the postures of the models in the Levi’s commercials. Exactly like what I said before. With the help of a program, I sometimes check the references the visitors of my blog are directed from, for example; people from Ohio, New York, Paris wrote “Levi’s 301” on Google, searching for a design that does not exist, it’s hilarious, but on another place on earth, there is a serious issue about it, people are murdered, humiliated, left outside. 7 or 8 months after I produced this work, a minister made a declaration: “This 301 is stuck on us like 501.” Oho! The finest irony! In the “President’s Car” (1998) there was the situation of a machine hybridized by the economy and the geography, and in the jeans, there is the situation of a fact hybridized by my hand and politics. An issue that melts, changes its shape, leaks from us and smudges very glutinously.
A.S: In the end you earn your living professionally as an "advertiser." All these advertising strategies are close to those we see in visual contemporary art practices. We can miss if some works are advertisements or artworks. Ayşe Erkmen says, “for me it is precious to be undefined.” What do you say as a person who produces in both fields? For example are you cautious in this context?
V.T.: First of all I'm not an advertiser; I never managed to become one. No, I am not cautious at all and why should I be afraid that my works to resemble advertisements? They all come out of me. And it’s even more entertaining for it to be in-between, it’s kind of a little namelessness, “this is a statue, no it’s a coat hanger, no no, it’s a design object,” and so on, it's fantastic. Being undefined may be the best in this context. It's a total UFO situation, think of how much these undefined objects inspire us…
A.S: Why aren't the artist sperms in the exhibition real? For example in Elanor Antin's work in 1968, there were real blood samples of Ferlinghetti and Ginsberg...
V.T.: What else is real in this exhibition that the sperms should be? There is a proposal, if they were real they wouldn't be in the exhibition, they would be in a sperm bank.
A.S: But don’t you have a problem with everything being figurative, a construction presented to us, but not real?
V.T.: No, I don’t… On the contrary I like it. Life is real… Why should I refer to all those realities again? If I wanted that I would be interested in documentaries. Or I would be a journalist I guess.
A.S: In the “Bonus” video in which the security forces chant slogans as “Don’t be quiet, scream…” and knock their helmets, the only thing that creates an illusion of reality is the sound… The sound is creepy but the picture is quite like a school show… Is that a Brechtian choice?
V.T.: Yes, this is something I especially wanted. They are not the security forces actually, you can just see that when you watch the video… Everything is fictional, even the costumes of the security forces… I thought about this work after watching a police field exercise. During the exercise police divides into two groups, one group becomes the crowd that chants slogans and the other becomes the controller…
A.S: Can you define Exercise as a political exhibition?
V.T.: No, I don't have such an intention. In a demonstration, when the police told them to clear off; an anarchist group had said, “You clear off first,” it was very amusing. Imagine that it came true, that the police left the demonstration area after these counter words. You may laugh in this exhibition too, but I believe it would be a nervous laugh… There are some values regarded as taboos. For example the police, we are afraid of them but on the other hand they are the first to call when you are in trouble. We see the army, we get scared. We get scared that Islamic Law will rule, so we tie to the army. We are covered with fear but on the other hand we tie to this fear and look for support. It is republic of fear here.
A.S: Whatever is bothering you, when you read it as a taboo, an object of fear or a symbol, aren't you glorifying it as well? When you produce a work with the images of police or soldier that represents power, you are at least approving this symbol. instead of breaking those symbols and collapsing the construction, trying to overcome it with fiction seems useless to me...
V.T.: But none of the images are real, they are just figurative… Neither the soldier is the soldier, nor is the police the police… For example in “Bonus” the actors do not have shields or batons but they are as if they represent the power. It reminds me of Artur’s (Zmijewski) video that he strips the real Polish soldiers naked. They march as if they are exercising, you cannot see that power, that authority in them without their uniforms. I am using the police as the public. I am crashing their persuasiveness with the studio shoots. I am letting everyone into the game… For example USA penetrates into Iraq to save them, to bring them democracy. The result is a tragedy for both sides. In the exhibition, the work named "Exercise" inspired by “recm” is a female bust made of wax and she’s wearing an American football helmet. It aims just to illustrate the reflex shown to us. I am not looking for a solution for any problem through these works… I am just showing the logic of problems. You can think of it as handling the problems with questions.
A.S: In "Art Politics" (Sanat Siyaset), the latest book of İletişim’s “ArtLife” (SanatHayat) series, Lev Kreft says on the foreword in summary: “Neither art nor politics refer to their own meanings anymore. Both have changed considerably… Art is not beautiful or autonomous anymore.” In my opinion this is just what your exhibition is telling. What do you think?
V.T.: We now have a common consciousness, for example a national issue happening here or there, being read, transformed and archived after branching out internationally. And this happened in a very short time interval. USA penetrated into Iraq; it raised the devil, what's happening today? Nothing. People died. Now how can you construct a reality over such a situation? We have developed some politics of reflex; like the reactions against fouls in stadiums. It’s like we are all sitting on platforms now, we are just looking at the games we are facing now. What if I did something like that on 1st of May; if I put platforms on Taksim square, people/tourists came; watched the tension between the workers and the police, eating sunflower seeds, drinking cola or licking ice cream; and I issued them tickets? I wonder what it would be like. We are as close to everything as the things we see on TV; even when we see on the streets what we saw “live,” we are as if we are at home. The protective ego/confinement, escape/fearfulness, denial and as a result of all, all the rage and annoyance being shaped over the “other.” It’s all psychotic.
A.S: How do you construe what is happening today? Is being autonomous and civil really the problem and is it impossible?
V.T.: It is of course important for the artist to act with an autonomous point of view, however there’s this problem of our increasing inner crowdedness becoming alone on the outside. Above all, if nothing adds to your attitude it becomes pointless, hereby you need someone to nurture and transfer your civil and autonomous attitude. It is very important to stand next to each other and to call the shots together. And it is important to traditionalize it. Otherwise there is a risk that you may not be taken serious systematically.
A.S: In such a period that you are talking about, you are mentioning so many problems in your own exhibition… Don’t you think that there should also be a limit for that? Criticizing all the political agenda we are in…
V.T.: I don’t see it that way. It seems like too many problems but actually they are the things that we are familiar to, things that we read about, experience and seek for. And all of them come from the sam place. How can you stay away? Besides I made quite elimination among many works. I wanted the exhibition to be simple, I wanted it to touch somehow. With a construction that in a way contacts with the visitors. Also in this exhibition, there is the irony of design. The issue of everything turning into design is almost mentioned in all of the works.
A.S: 1990s are like the 1960s of our mothers. Let’s get caught up in a little nostalgia… Go back to the period of Mixed Exhibitions… The curator is Vasıf Kortun...
V.T.: There’s also a period before Vasıf for me. About two or three years before… There is the Young Activity, DAGS. Although DAGS was founded with the pushing of UPDS, it was an archetype for the groups that has many examples today. vasıf had a library, with so many publications, that you wouldn’t be able to find those days. Those were good years but although it was of recent date, we didn’t even have a digital camera. If you accidentally checked if there’s film on the camera after the opening, when you are a little drunk, “you’re dead.” Put aside the digital camera, there wasn’t even a proper, regular publication, especially if you wanted a foreign publication, you had to go to a few special places and maybe you had to order. Or you had to have your own publication. And that’s what happened. We published Art-İst, we breathed new life, there were new writers and young artists willing to participate... Then it didn't work out for me.
A.S: “I guess we were having more fun at that time...” These words are important. Then what did we become? Carrier builders? Artist artists? Corporate contemporary artists? Middle aged?
V.T.: If you are talking about the mixed exhibition period that was true. On that exhibition there was no end to “driveling.” Serkan (Özkaya) was driveling… It was amazing. I admired him. And also it was the period that curatorial practices were most intensive. There was a rush of curators coming from the West… As you had to be constantly producing, this fun suddenly became a complete “self business.” No one could think about “national exhibitions, the issues of representation.” We just ran from exhibition to exhibition. We even participated in little country-village exhibitions just because they are abroad… This was an important experience for me.
A.S: I think that the young artists at their twenties are very peaceful, super-demure, gallery-friendly compared to your attitudes in the 90s. For instance you are still making a gallery out of a table... But those friends are after contracts with galleries... What do you think is the reason for that?
V.T.: It seems like house parties got popular recently… And it is good. People see lots of things every month. There is an outrageous generation of stencil… There are depressing stencils all over Cihangir? Why Cihangir? Why so depressing? It should be investigated some time.
A.S: As an actor of the history of contemporary art written beginning from 1990s, what do you think is the biggest crisis of contemporary art since the last twenty years?
V.T.: Giving urgent interpretations to political and of course social issues that bother and make us feel passive. Whatever is on the agenda let’s criticize it. I think that this is the crisis on contemporary art…
The contemporary art, its existence itself is the like the biggest crisis… For some reason it is being tried to be nested somewhere. What happens if it just stands up instead? For once the word itself was the problem. Some people said it did not correspond to “contemporary,” some others were excluding that “contemporary.” If you’re asking about the problem of the atmosphere, there aren’t enough contemporary exhibitions. It’s still limited to a few galleries. And they do not encourage the artists enough. Can you believe that a place like Yapı Kredi Kazım Taşkent art gallery has become a center of contemporary art. How wonderful! It’s always expected for someone to show up, shape and change you. The one who pays the piper calls the contemporary. For some reason there can't be any standing together, any collective production or exhibition.
25 Aralık 2008 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder